MİLLİ EDEBİYAT DÖNEMİ HİKAYE ÖRNEKLERİ
MİLLİ EDEBİYAT DÖNEMİ HİKAYE ÖRNEKLERİ, MİLLİ EDEBİYAT DÖNEMİ HİKAYELERİ, MİLLİ EDEBİYAT DÖNEMİ HİKAYE, ÖRNEK METİNLER, HİKAYE ÖRNEKLERİ,
ÖRNEK 1
ÖMER SEYFETTİN TOPUZ HİKAYESİ
Küçük pâyitahtın karışık sokakları bugün çok kalabalıktı. Tıpkı ilkbaharda bir bayram gibi... Bütün kadınlar, bol beyaz yenli, sırma yelekli pazar esvaplarını giymişler, beyaz poturlu dinç erkeklerin dolu testilerle sundukları şarapları içerek coşuyorlardı. Genç, ihtiyar, kadın, çocuk... Nihayetsiz bir "Hurrâ" zinciri, bağırarak, sallanarak kalabalığın içinden geçiyor, canlı bir girdap dalgası halinde, döne döne, sarayın meydanında birikiyordu. Kiliselerin çanları uğulduyordu. Saray kapısının önünde cesur Boyar atlıları saf saf olmuş, bekliyorlardı. Sabahtan beri çektiği şaraplarla epeyce başı dönen meşhur kumandan tolgasının siperini geri itti. Atının ağır üzengileri üstünde biraz kalktı. İleriye baktı. Yanındaki birinci zâbitine:— Daha görünmüyorlar, dedi.— Geç kaldılar.— Evet.— Niçin acaba?— Mankafa Türkler işte... Teşrifattan, merasimden ne anlarlar?— Hem de "Bizans'a lâyıkız" derler.— Nerede o incelik?— Nerede?..— .....
Önlerinde birdenbire genişleyen sık bir "hurrâ" halkası ikisini de susturdu. Gemlerini kastılar. Atlarını biraz çektiler. Kumandan, istiklâlini kazanan halkın bu deli, bu sarhoş sevincine bakıyor, keyifleniyordu. Yarı baygın kızlar, şen delikanlıların kucaklarında, gaydaların âhengine ayak uyduruyorlar, "Yaşasın prens! Yaşasın prens!" nakaratını haykırışarak yeni hükümdarlarının şerefine testileri deviriyorlar, oynuyorlar, sıçrıyorlardı... Son Eflâk tacını giyen papazı, Tergoviç'te bozan Mehmed Bey, bir sene vardı ki, kendisini sancak beyi ilan etmişti. Ama, Eflâklılar, bu hâkime boyun eğmemiş, Zips Kontu Zapolya'dan imdat istemişlerdi. İşte bu tehlikeli ittifaktan ürken Mehmed Bey çarçabuk onların haklarını, imtiyazlarını, istiklâllerini vermişti. Açık mavi, bulutsuz ufukta yükselen güneşin aydınlığı kahraman Boyar atlılarının uzun mızraklarını yaldızlıyordu. Kumandan, zırhlı göğsünü kabartan tatlı bir teessürle bir halka, bir askerine bakıyor; mahmuzlarıyla dokunarak atını şahlandırıyordu. Birinci zâbit, onun gibi iri yarı, yakışıklı değildi. Kara kuru bir şey... Uzun saçları kırdı. Köse yüzü hem zayıf, hem buruşuktu. Neşeli kumandan, hora tepenler geçince, yine atını ileri sürdü.— Kansız bir zafer kazandık!
Dedi. Siyah atının yelesini okşayan zâbit:— Kansız zafer olmaz!
Diye başını salladı.— Niçin olmasın?— Benim Türkler'e emniyetim yok...— Kuşkulanmaya da hacet yok! Biz daha resmen ihtilale kalkmadan onlar haber gönderdiler: "Gidiniz bir şef tayin ediniz" dediler. Biz zaten prensimizi tahtına çıkarmıştık. Şimdi, işte bize bir de "cemîle"[1] yapıyorlar.— Berat, sancak, davul, topuz göndermek bir "cemîle" mi?— Ya ne?— Tabiiyet alâmetleri...
Coşkun kumandan, görünmeyen bir surata tokat atacakmış gibi elini yukarı kaldırdı. Hiddetli bir tehâlükle[2]:— Asla! diye bağırdı. Biz artık müstakiliz! Berat, istiklâlimizi tasdik etmektedir. Sancak, davul, topuz da padişahın prensimize hediyeleri...— ......
Zâbit cevap vermedi. Kumandan kadar içmediği için Türkler'in hakikatini hâlâ hatırlayabiliyordu. Elini kalçasına dayadı. Atının siyah yelesine daldı gitti. Kiliselerin çanları beyninde ötüyordu. Halkın gürültüsü taşmış, bir tûfan gibi sarayın saçaklarına çarpıyor, muh&afız neferlerin yüksek atlarını huylandırıyor, tepindiriyordu. Oynayanların içinde zorla kendine yol açan bir atlı kumandanı selamladı:— Elçi, maiyetiyle beraber menzilinden çıktı, dedi.— Pekala... Maiyeti kaç kişi var?— Üç yüz atlı!
Kumandanın solundan neferin sözünü işiten zâbit:— Üç yüz atlı mı?
Diye sapsarı kesildi.— Evet...
Bugünkü teşrifata memur olan kumandan güldü:— Gidi Türkler... Sıkıya geldi mi nasıl küçülürler. Hani eski gururları? Şimdi dünya değişti. Rumeli'nde kuvvvetleri yok. İşte prensimize büyük bir imparator muamelesi yapıyorlar!
Birinci zâbit, daha beter sarararak sordu:— Nereden anladınız?— Elçilerin derecesi maiyetin adediyle münasiptir. İşte bak, padişahın hediyelerini, beratını üç yüz atlıyla bir elçi getiriyor!— Elçi bunları yalnız getirseydi, daha iyi olurdu.— Niçin?— İşte öyle...— Ama biz kabul etmezdik.— Neden?— Çünkü şanımızla mütenasib[3] olmazdı. Bir emir, lütuf, bir ihsan gibi... Halbuki böyle maiyetinde üç yüz atlı bulunan bir elçi... Ne demektir? Biliyor musun?— Ne demektir?— Padişah, bizim prense: "Benimle müsâvîsin!" demek istiyor.— Keşke müsâvî[4] olmasaydı da, bu üç yüz atlı Eflâk'a girmeseydi!— Sen bunamışsın, Dimko...
Birinci zâbit acı acı gülümsedi. Tüysüz yüzünü ekşitti. Atının yelesinden kaldırdığı dalgın sönük gözleriyle kumandanına baktı:— Ben bunamışım ha?
Dedi.— Koca Eflâk'ın içinde üç yüz atlıdan kuşkulanıyorsun. Bunlar elçi maiyeti.. İşlemeli mızraklarına, süslü esvaplarına, altın haşalarına[5], sırma eyerlerine aldanma... Göze parlaklıklarıyla çarparlar ama, ellerinden bir şey gelmez.— Bunlar Türk değil mi?— Türk... Ne olacak?— Kılıçları ne kadar süslü olsa yine keser..— Sen korkaksın! Bir avuç atlı, üç yüz kişi, koca bir devletin içinde ne yapabilir?— .......
Kumandan, sarayın önündeki atlılarına, onların etrafında sıkışık nizamda duran dalkılıç piyadelerine bir göz gezdirdi. Sonra atını oynatarak zâbite döndü:— Yalnız şu meydanda dört binden fazla askerimiz var! Türkler teşrifatta bir kabalık yaparlarsa hepsini tükürükle boğarız.
MİLLİ EDEBİYAT DÖNEMİ HİKAYE ÖRNEKLERİ, MİLLİ EDEBİYAT DÖNEMİ HİKAYELERİ, MİLLİ EDEBİYAT DÖNEMİ HİKAYE, ÖRNEK METİNLER, HİKAYE ÖRNEKLERİ,
ÖRNEK 1
ÖMER SEYFETTİN TOPUZ HİKAYESİ
Küçük pâyitahtın karışık sokakları bugün çok kalabalıktı. Tıpkı ilkbaharda bir bayram gibi... Bütün kadınlar, bol beyaz yenli, sırma yelekli pazar esvaplarını giymişler, beyaz poturlu dinç erkeklerin dolu testilerle sundukları şarapları içerek coşuyorlardı. Genç, ihtiyar, kadın, çocuk... Nihayetsiz bir "Hurrâ" zinciri, bağırarak, sallanarak kalabalığın içinden geçiyor, canlı bir girdap dalgası halinde, döne döne, sarayın meydanında birikiyordu. Kiliselerin çanları uğulduyordu. Saray kapısının önünde cesur Boyar atlıları saf saf olmuş, bekliyorlardı. Sabahtan beri çektiği şaraplarla epeyce başı dönen meşhur kumandan tolgasının siperini geri itti. Atının ağır üzengileri üstünde biraz kalktı. İleriye baktı. Yanındaki birinci zâbitine:— Daha görünmüyorlar, dedi.— Geç kaldılar.— Evet.— Niçin acaba?— Mankafa Türkler işte... Teşrifattan, merasimden ne anlarlar?— Hem de "Bizans'a lâyıkız" derler.— Nerede o incelik?— Nerede?..— .....
Önlerinde birdenbire genişleyen sık bir "hurrâ" halkası ikisini de susturdu. Gemlerini kastılar. Atlarını biraz çektiler. Kumandan, istiklâlini kazanan halkın bu deli, bu sarhoş sevincine bakıyor, keyifleniyordu. Yarı baygın kızlar, şen delikanlıların kucaklarında, gaydaların âhengine ayak uyduruyorlar, "Yaşasın prens! Yaşasın prens!" nakaratını haykırışarak yeni hükümdarlarının şerefine testileri deviriyorlar, oynuyorlar, sıçrıyorlardı... Son Eflâk tacını giyen papazı, Tergoviç'te bozan Mehmed Bey, bir sene vardı ki, kendisini sancak beyi ilan etmişti. Ama, Eflâklılar, bu hâkime boyun eğmemiş, Zips Kontu Zapolya'dan imdat istemişlerdi. İşte bu tehlikeli ittifaktan ürken Mehmed Bey çarçabuk onların haklarını, imtiyazlarını, istiklâllerini vermişti. Açık mavi, bulutsuz ufukta yükselen güneşin aydınlığı kahraman Boyar atlılarının uzun mızraklarını yaldızlıyordu. Kumandan, zırhlı göğsünü kabartan tatlı bir teessürle bir halka, bir askerine bakıyor; mahmuzlarıyla dokunarak atını şahlandırıyordu. Birinci zâbit, onun gibi iri yarı, yakışıklı değildi. Kara kuru bir şey... Uzun saçları kırdı. Köse yüzü hem zayıf, hem buruşuktu. Neşeli kumandan, hora tepenler geçince, yine atını ileri sürdü.— Kansız bir zafer kazandık!
Dedi. Siyah atının yelesini okşayan zâbit:— Kansız zafer olmaz!
Diye başını salladı.— Niçin olmasın?— Benim Türkler'e emniyetim yok...— Kuşkulanmaya da hacet yok! Biz daha resmen ihtilale kalkmadan onlar haber gönderdiler: "Gidiniz bir şef tayin ediniz" dediler. Biz zaten prensimizi tahtına çıkarmıştık. Şimdi, işte bize bir de "cemîle"[1] yapıyorlar.— Berat, sancak, davul, topuz göndermek bir "cemîle" mi?— Ya ne?— Tabiiyet alâmetleri...
Coşkun kumandan, görünmeyen bir surata tokat atacakmış gibi elini yukarı kaldırdı. Hiddetli bir tehâlükle[2]:— Asla! diye bağırdı. Biz artık müstakiliz! Berat, istiklâlimizi tasdik etmektedir. Sancak, davul, topuz da padişahın prensimize hediyeleri...— ......
Zâbit cevap vermedi. Kumandan kadar içmediği için Türkler'in hakikatini hâlâ hatırlayabiliyordu. Elini kalçasına dayadı. Atının siyah yelesine daldı gitti. Kiliselerin çanları beyninde ötüyordu. Halkın gürültüsü taşmış, bir tûfan gibi sarayın saçaklarına çarpıyor, muh&afız neferlerin yüksek atlarını huylandırıyor, tepindiriyordu. Oynayanların içinde zorla kendine yol açan bir atlı kumandanı selamladı:— Elçi, maiyetiyle beraber menzilinden çıktı, dedi.— Pekala... Maiyeti kaç kişi var?— Üç yüz atlı!
Kumandanın solundan neferin sözünü işiten zâbit:— Üç yüz atlı mı?
Diye sapsarı kesildi.— Evet...
Bugünkü teşrifata memur olan kumandan güldü:— Gidi Türkler... Sıkıya geldi mi nasıl küçülürler. Hani eski gururları? Şimdi dünya değişti. Rumeli'nde kuvvvetleri yok. İşte prensimize büyük bir imparator muamelesi yapıyorlar!
Birinci zâbit, daha beter sarararak sordu:— Nereden anladınız?— Elçilerin derecesi maiyetin adediyle münasiptir. İşte bak, padişahın hediyelerini, beratını üç yüz atlıyla bir elçi getiriyor!— Elçi bunları yalnız getirseydi, daha iyi olurdu.— Niçin?— İşte öyle...— Ama biz kabul etmezdik.— Neden?— Çünkü şanımızla mütenasib[3] olmazdı. Bir emir, lütuf, bir ihsan gibi... Halbuki böyle maiyetinde üç yüz atlı bulunan bir elçi... Ne demektir? Biliyor musun?— Ne demektir?— Padişah, bizim prense: "Benimle müsâvîsin!" demek istiyor.— Keşke müsâvî[4] olmasaydı da, bu üç yüz atlı Eflâk'a girmeseydi!— Sen bunamışsın, Dimko...
Birinci zâbit acı acı gülümsedi. Tüysüz yüzünü ekşitti. Atının yelesinden kaldırdığı dalgın sönük gözleriyle kumandanına baktı:— Ben bunamışım ha?
Dedi.— Koca Eflâk'ın içinde üç yüz atlıdan kuşkulanıyorsun. Bunlar elçi maiyeti.. İşlemeli mızraklarına, süslü esvaplarına, altın haşalarına[5], sırma eyerlerine aldanma... Göze parlaklıklarıyla çarparlar ama, ellerinden bir şey gelmez.— Bunlar Türk değil mi?— Türk... Ne olacak?— Kılıçları ne kadar süslü olsa yine keser..— Sen korkaksın! Bir avuç atlı, üç yüz kişi, koca bir devletin içinde ne yapabilir?— .......
Kumandan, sarayın önündeki atlılarına, onların etrafında sıkışık nizamda duran dalkılıç piyadelerine bir göz gezdirdi. Sonra atını oynatarak zâbite döndü:— Yalnız şu meydanda dört binden fazla askerimiz var! Türkler teşrifatta bir kabalık yaparlarsa hepsini tükürükle boğarız.
ÖRNEK 2
BOZ EŞEKRefik Halid KARAY
Irmaktan su taşıyan çocuklar dağ yolunda bir ihtiyar adamın yattığını haber verdiler. Bir boz eşek de, başıboş, oralarda dolaşıyordu. Hüsmen Hoca:
— Varıp bakalım, dedi.
Akşam yakındı, îki derenin birleştiği bu batak, çukur, sıtmalı araziye çeltiklerden kalkan kokulu, ağır bir duman yayılıyordu; gövdeleri yarılmış, yanmış beş on yaşlı, cansız söğüt arkasında, güneş bulanık bir ışık bırakarak arkların durgun sularını yer yer parlatıyordu. Bu aydınlık parçalar, kül renkli, rutubetli ova ortasında bulutlu göğün yarıklarına benziyor; yavaş yavaş bulanıyor, sönüyor, örtülüyordu.
Üç köylü, arızalı, çamurlu bir patikadan ağır ağır, birbiri arkasından çıkıyorlardı; içlerinden biri, sakalı bir at gibi, fena fena öksürüyordu.
Evvelâ boz merkebi gördüler. Fundalann ortasında, tozlu, topraklı bir yer bulmuş, galiba bir çok tepinmiş, yatmış, oynamış, şimdi, memnun bir eda ile yan gelip oturuyor, batan güneşi kayıtsızca seyrediyordu.
Hoca:
— Hadi nerdesin yolcu!
diye seslendi. Ötede, arkasını kuru bir ahlata dayamış, ihtiyar, mecalsiz bir adam, sık sık soluyor, gelenlere fersiz gözleriyle bakıyor, elleriyle göğsünü göstererek işaretler ediyordu. «Nen var? Ne oldun dayı?» suallerine sesten ziyade nefese, soluğa benzeyen üfürüklü bir hırıltıyla anlaşılmayan cevaplar veriyordu.
Köylüler, ölüyor sanarak çömelmişler, bekleşiyorlardı. Lâkin hasta iyileşiyor, canlanıyordu. Abanî sarıklı, mor cübbeli, fukara kılıklı bir ihtiyardı. Sert, kır bir sakalın örttüğü çehreden meydanda duran kısmı, sıcak ovaların güneşiyle kavrulmuş, buruşuklar, kıvrımlar içinde kalmıştı. Sarkık, şiş kapaklarının altında beyaza yakın açık mavi, ufacık gözleri vardı ki, insana bir çocuk bakışıyle dimdik bakıyordu. Yavaş yavaş bu çehreye bir renk, bu gözlere bir fer geliyordu. Aynı vaziyette, sırtı ahlata dayalı, ölgün sadasıyle bir şeyler söylüyor, galiba uzaklardan geldiğini, uzaklara gideceğini anlatıyordu.
Hüsmen Hoca'nın: «Odaya götürün, yatsın!» teklifi üzerine yardım edip, eşeğe bindirdiler, iki tarafından tutarak, düşmesine meydan vermiyorlar, taşlar, topraklar kaydırarak, bin zorlukla iniyorlardı.
Güneş gitmiş, arklardaki sular parlamaz olmuştu. Etrafı kapatan dik, sivri dağlar duman ve bulut sarılı kocaman başlarını birbirine da-yıyarak çoktan uykuya varmışlardı. Köy, kayaların kat kat gölgelerine gömülü, ne pencerelerinde bir ziya, ne yollarında bir ses, karanlıkta bekliyordu.
Gelenlerin şamatası üzerine kapilardan tek tuk çehreler uzandı. Ahırlarda inekler böğürdü. Hüsmen bağırıyor:
— Nerdesiniz be! Hele çıkın, misafir geldi!
diye haber veriyordu. Şimdi, ellerindeki çıralarla her taraftan beyaz bez dorilu bir çok insanlar çıkıyor, duman ve ışıktan mürekkeb bir hâle içinde, karanlık köşelere aydınlıklar dağıtarak, gübre yığınlarında hâreler koşturarak şaşkın şaşkın misafir odasına doğru geliyorlardı.
Burası, en yakın kasabaya iki gün uzakta, Anadolu'nun çıplak, yolsuz, viran, bir köyü idi. Bir vilâyetten diğerine geçen arabasız yolcular, bazan, havalar çok kurak gidip Kızılırmak geçit verirse, şoseyi bırakırlar ve kestirmeden bu köye uğrayarak iki gün yol kazanırlardı, işte, senede bu vesile ile beş on kişi, beş on fakir, böyle hüzünlü bir saatte, yorgun argın gelir, kapılarını vururdu. O zaman muhtar Hüsmen köylülerden ikram kimin sırası ise ona haber gönderir, kendisi de, ocağında, yaz kış, sönmemecesine çıra kütükleri alevlenen misafir odasına yolcuyu yerleştirirdi. Köy, dünya ahvalini bu gelip geçici, cahil insanların getirdikleri yalan yanlış haberlerle öğrenirdi.
Hasta sakinleşti.
— Göğüs, diyordu. Böyle, ikide bir tutar.
Köylülerden biri ocağın çengeline bir bakraç asmıştı. Çıraların alevi vurmuş, içindeki, bir sabun köpüğü gibi rengârenk kabanyordu. indirdiler; ihtiyara bir tas verdiler. Üfüre üfüre zevkle içiyordu. Süt henüz bitmişti ki, inatçı bir hıçkırık tuttu. Bütün vücudunu sarsıyordu. O, her sarsıntıda bir «Elhamdülillah!» diyordu. Köylüler, tâ karşısına bağdaş kurmuşlar, konuşmaya fırsat arayarak bekliyorlardı; gençler kapı önünde, ayakta dizilmişler, uyku isteyen gözleri küçülmüş, bu sessiz, mariz misafirden bir şey anlamıyorlardı.
Hıçkırık kesilmiyor, bilâkis, sıklaşıyor, sertleşiyordu. Hasta bir aralık elleriyle; «Gelin, yaklaşın!» diye işaret etti. Hüsmen önde, diğer ihtiyarlar arkada etrafını aldılar. Gençler, merak içinde, fakat yaklaşmaya cesaret edemeyerek kapıda duruyorlardı; galiba yolcu zorlukla bir iş anlatıyordu. Belki de vasiyet ediyordu. Hüsmen'in ikide bir de:
— Merak etme, gönlünü ferah tut, biz bakarız!
dediğini duyuyorlardı. Birden, ihtiyarlar yere, mindere eğildiler. Sonra sessiz kalktılar.
Hüsmen:
— Hakka kavuştu!
diye mırıldandı. Ocakta kütüklerden biri çarpıldı, keskin bir aydınlıkla ölünün yüzünü parlattı, söndü. Dışarda bir inek uzun uzun böğürü-yordu.
Yolcu, son arzusunu anlatmaya vakit bulmuştu. Kemerinde dizili sekiz altınıyle boz merkebi Hicaz'a vakfediyordu.
Mezarlıktan dönen köylüler, ellerinde kalan bu liralarla merkebi ne yapacaklarını, bu emri nasıl yerine getireceklerini kestiremiyorlar, as-njanın altında birleşip söyleşiyorlardı. Nihayet, bir defa kazaya varıp hâkimden danışmaya karar verdiler. Hafta içinde Küsmen merkebi yanma alıp yola çıkacaktı.
Hayvan, bir ehemmiyet kesbetmişti: önüne bol yem dökülüyor, mısır sapları yığılıyordu. Köylüler sık sık hatırlıyorlar: «Boz eşek suya götürüldü mü? Arpası döküldü mü?» diye birbirlerinden soruyorlardı.
Bir sabah Hüsmen Hoca'yı alaca karanlıkta hep birden değirmenin önüne kadar götürdüler, selametlediler. Boz eşek, Hoca'nın merkebine bağlı, kuyruğunu oynatarak ferah, yüksüz, arkada gidiyor; yeni doğan sırma telli bir güneş, palanının soluk keçesini kadife gibi parlatıyordu.
Bu, ne uzun, ne can sıkıcı bir yoldu. Durgun sulardan fışkırmış pirinç başaklarıyle arklar boyunca giden kamışların yeşilliği yamaçlar ardında görünmez olunca kurak, düz bir toprak, iki gün hiçbir köye, hiçbir değirmene, hattâ iki cılız söğüdün gölgelediği bir su başına bile uğramadan, ıssız, kavruk, devam edip gidiyordu. Sonra dik kayalı bir yokuş, korkunç bir boğaz aşılıyor, tepesine yaklaştıkça serin bir rüzgârla beraber lâtif bir manzara başlıyordu. Kısa bir kılıç sırtı gibi parlayan ince bir dere ayvalıklar, elmalıklar ortasında, yemyeşil, sulak ve feyizli, göze görünüyordu; telgraf direklerinin sıralandığı beyaz düz bir şose kıv-nla kıvrıla dönerek dağlara tırmanıyordu.
Hüsmen, handa geçirdiği gecenin sabahı, erkenden hükümete yollandı.
Minimini kasabanın balkonlu, kuleli, gazinoya benzeyen kocaman bir konağı vardı. Lâkin ikmal edilmemişti. Sıvanmayan kerpiç duvarlar yer yer açılmış, kumrulara yuva olmuştu. Üst kat penceresiz, sıvasızdı. Tahta örtülerle kapatılmıştı. Kenarda battal bir kireç ocağı, biraz ötesinde de amelenin çalıştığı zamandan kalma bir sundurma, elan öyle haliyle duruyordu. Bina çoktan haraplaşmıştı.
Ceketsiz, kalpaksız bir jandarma çavuşu ne istediğini sordu. Hoca tâ baştan, ırmaktan su taşıyan çocukların gelip nasıl haber verdiklerinden tutturarak anlatıyordu. Hikâyesi daha yarıyı bulmadan karşısındaki uzaklaşmış, derede yüzen ördeklere ekmek atıyor, köşede çardağın altında nergilesini höpürdeten bir sakallıya:
— Ne o, Hoca efendi, sabah keyfi ini?
diye sesleniyordu.
Kadı'nm izinle İstanbul'a gittiğini öğrenen Hüsmen, bir defa da kayamakama işi anlatmak istedi. Kunduralarını kapıda çıkarıp, parmaklarını meydanda bırakan yırtık çoraplı ayaklanyle, çekine çekine, elleri karnında yürüdü, hikâyeye başladı.
Kaymakam, arkasında çividi dalgalanmış bir keten ceket, bıyıklan boyalı, dişsiz, hımhım bir adamdı, işin tamamını dinlemek tahammülünü göstermeden:
— Çağırın çavuşu!
diye seslendi:
Beş gündür, Hüsmen Hoca, önüne gelen adama derdini anlatarak, kasabada dolaşıyordu. Jandarma çavuşu ne merkebi alıyor, ne de kendisini bırakıyordu. Nihayet haline acıyan biri çıktı:
— Gitsin de, iki hafta sonra gelir; işi kadıya bırakalım!
dedi, kandırdı.
Zaten buranın kadısı namlıydı. Kabak Kadı derlerdi. Her işi halleder, her kördüğümü çözerdi. Arkasına turuncu bir maşlah giyerek, kırmızı şemsiyesiyle çarşıdan bir geçişi, kocaman gövdesini tutarak olur olmaz şeylere bir gülüşü vardı ki, halk bayılırdı!
Aynı yollardan, aynı halde boz merkep terkiye bağlı, döndüler. Hüsmen Hocanın ve iyi beslenmesi icap eden eşeğin boğazına orada, katığın ve arpanın pahalı olduğu kazada hayli masraf edilmişti. Meclis kuran köylüler bunu; «Mübarek yere bağlı, bakmak borcumuz!» diye çok görmediler. Hüsmen de yorgunluğundan şikâyet etmiyor, Hak uğrunda çalışmak ona yol mihnetlerini unutturuyordu.
Lâkin ikinci seferin haftasında, yine merkep ardında dönmeğe mecbur oldu. Kadı henüz gelmemişti; jandarma çavuşu, Hoca'yâ çıkışmış:'
— Hödük herif, acelen ne?
demişti. Köylüler, vakfedilmiş bir hayvanın işte kullanılıp kullanılmayacağında şüphe ediyorlar, boz eşeğe ilişmiyorlardı.
Üçüncü yolculuğun avdeti, yine öyle, merkep arkada, oldu. Uzaktan, keskin gözüyle biri boz eşeğin geri geldiğini görmüş, köye yaymıştı. Halk şimdi şaşırmış, merakla bekliyordu. Hüsmen daha inmeden fe-rahh bir şada ile:
— Ne ettik be, şahit götürecektik!
diye bir hamlede meseleyi anlattı. «Sahi, nasıl düşünmemişlerdi? Ziyanı yok, merkebi kadı kabul edecek, hüccetini yazacaktı ya, haftaya üç kişi giderler, icap ederse yemin de ederlerdi...»
Boz eşek, arasıra yaptığı yüksüz seyahatlere karşı, önüne dökülen bol yemden yiye yiye semiriyor, hırçmlaşıyordu. Böyle iki buçuk ay geçmişti.
Nihayet son sefer hazırlandı. Değirmenin önünde selâmetlenirken yeni doğan güneş bu küçük kafilenin kaldırdığı tozları parlatıyor, yaldızlı bir bulut içinde yokuşu tırmanan köylüler geride kalanlara sanki yükseliyor, göklere kalkıyor gibi görünüyordu.
Boz eşek bir daha dönmedi. Köy halkı, yazılan hüccetlere, basılan mühürlere bakarak merkebin ikramlar göre göre, yavaş yavaş, yüksüz ve eziyetsiz tâ Hicaz'a kadar gideceğine, orada Zemzem taşıyacağına inanmışlardı. Hattâ Küsmen, bir gece rüyasında eşeğin palanını yeşil bir kadifeyle kaplı görmüş, itikadı pekleşmişti.
Zaten, hepsi, vazifelerini yapmaktan mütevellid bir sevinçle sık sık -merkebin lâfını ediyorlar, ahırda, kendi kendine kalınca, iki tarafa başını sallayıp zikre başladığını anlatıyorlar, birbirlerini kandırıyorlardı.
Lâkin vakanın yılında, kasabaya pirincini satmaya giden Küsmen Hoca aptallaşmış gibi dönmüştü.
Pazar yerinin tam kalabalık zamanında uzaktan bir «Savulun değmesin!» nidası duymuş, halk ikiye ayrılmış ve Kabak Kadı, altında boz merkeb, arkasında mahut turuncu maşlah, iri gövdesini sarsan bir süratle etrafa selâmlar dağıtarak geçip gitmişti.
(Memleket Hikâyeleri, 1940)
— Varıp bakalım, dedi.
Akşam yakındı, îki derenin birleştiği bu batak, çukur, sıtmalı araziye çeltiklerden kalkan kokulu, ağır bir duman yayılıyordu; gövdeleri yarılmış, yanmış beş on yaşlı, cansız söğüt arkasında, güneş bulanık bir ışık bırakarak arkların durgun sularını yer yer parlatıyordu. Bu aydınlık parçalar, kül renkli, rutubetli ova ortasında bulutlu göğün yarıklarına benziyor; yavaş yavaş bulanıyor, sönüyor, örtülüyordu.
Üç köylü, arızalı, çamurlu bir patikadan ağır ağır, birbiri arkasından çıkıyorlardı; içlerinden biri, sakalı bir at gibi, fena fena öksürüyordu.
Evvelâ boz merkebi gördüler. Fundalann ortasında, tozlu, topraklı bir yer bulmuş, galiba bir çok tepinmiş, yatmış, oynamış, şimdi, memnun bir eda ile yan gelip oturuyor, batan güneşi kayıtsızca seyrediyordu.
Hoca:
— Hadi nerdesin yolcu!
diye seslendi. Ötede, arkasını kuru bir ahlata dayamış, ihtiyar, mecalsiz bir adam, sık sık soluyor, gelenlere fersiz gözleriyle bakıyor, elleriyle göğsünü göstererek işaretler ediyordu. «Nen var? Ne oldun dayı?» suallerine sesten ziyade nefese, soluğa benzeyen üfürüklü bir hırıltıyla anlaşılmayan cevaplar veriyordu.
Köylüler, ölüyor sanarak çömelmişler, bekleşiyorlardı. Lâkin hasta iyileşiyor, canlanıyordu. Abanî sarıklı, mor cübbeli, fukara kılıklı bir ihtiyardı. Sert, kır bir sakalın örttüğü çehreden meydanda duran kısmı, sıcak ovaların güneşiyle kavrulmuş, buruşuklar, kıvrımlar içinde kalmıştı. Sarkık, şiş kapaklarının altında beyaza yakın açık mavi, ufacık gözleri vardı ki, insana bir çocuk bakışıyle dimdik bakıyordu. Yavaş yavaş bu çehreye bir renk, bu gözlere bir fer geliyordu. Aynı vaziyette, sırtı ahlata dayalı, ölgün sadasıyle bir şeyler söylüyor, galiba uzaklardan geldiğini, uzaklara gideceğini anlatıyordu.
Hüsmen Hoca'nın: «Odaya götürün, yatsın!» teklifi üzerine yardım edip, eşeğe bindirdiler, iki tarafından tutarak, düşmesine meydan vermiyorlar, taşlar, topraklar kaydırarak, bin zorlukla iniyorlardı.
Güneş gitmiş, arklardaki sular parlamaz olmuştu. Etrafı kapatan dik, sivri dağlar duman ve bulut sarılı kocaman başlarını birbirine da-yıyarak çoktan uykuya varmışlardı. Köy, kayaların kat kat gölgelerine gömülü, ne pencerelerinde bir ziya, ne yollarında bir ses, karanlıkta bekliyordu.
Gelenlerin şamatası üzerine kapilardan tek tuk çehreler uzandı. Ahırlarda inekler böğürdü. Hüsmen bağırıyor:
— Nerdesiniz be! Hele çıkın, misafir geldi!
diye haber veriyordu. Şimdi, ellerindeki çıralarla her taraftan beyaz bez dorilu bir çok insanlar çıkıyor, duman ve ışıktan mürekkeb bir hâle içinde, karanlık köşelere aydınlıklar dağıtarak, gübre yığınlarında hâreler koşturarak şaşkın şaşkın misafir odasına doğru geliyorlardı.
Burası, en yakın kasabaya iki gün uzakta, Anadolu'nun çıplak, yolsuz, viran, bir köyü idi. Bir vilâyetten diğerine geçen arabasız yolcular, bazan, havalar çok kurak gidip Kızılırmak geçit verirse, şoseyi bırakırlar ve kestirmeden bu köye uğrayarak iki gün yol kazanırlardı, işte, senede bu vesile ile beş on kişi, beş on fakir, böyle hüzünlü bir saatte, yorgun argın gelir, kapılarını vururdu. O zaman muhtar Hüsmen köylülerden ikram kimin sırası ise ona haber gönderir, kendisi de, ocağında, yaz kış, sönmemecesine çıra kütükleri alevlenen misafir odasına yolcuyu yerleştirirdi. Köy, dünya ahvalini bu gelip geçici, cahil insanların getirdikleri yalan yanlış haberlerle öğrenirdi.
Hasta sakinleşti.
— Göğüs, diyordu. Böyle, ikide bir tutar.
Köylülerden biri ocağın çengeline bir bakraç asmıştı. Çıraların alevi vurmuş, içindeki, bir sabun köpüğü gibi rengârenk kabanyordu. indirdiler; ihtiyara bir tas verdiler. Üfüre üfüre zevkle içiyordu. Süt henüz bitmişti ki, inatçı bir hıçkırık tuttu. Bütün vücudunu sarsıyordu. O, her sarsıntıda bir «Elhamdülillah!» diyordu. Köylüler, tâ karşısına bağdaş kurmuşlar, konuşmaya fırsat arayarak bekliyorlardı; gençler kapı önünde, ayakta dizilmişler, uyku isteyen gözleri küçülmüş, bu sessiz, mariz misafirden bir şey anlamıyorlardı.
Hıçkırık kesilmiyor, bilâkis, sıklaşıyor, sertleşiyordu. Hasta bir aralık elleriyle; «Gelin, yaklaşın!» diye işaret etti. Hüsmen önde, diğer ihtiyarlar arkada etrafını aldılar. Gençler, merak içinde, fakat yaklaşmaya cesaret edemeyerek kapıda duruyorlardı; galiba yolcu zorlukla bir iş anlatıyordu. Belki de vasiyet ediyordu. Hüsmen'in ikide bir de:
— Merak etme, gönlünü ferah tut, biz bakarız!
dediğini duyuyorlardı. Birden, ihtiyarlar yere, mindere eğildiler. Sonra sessiz kalktılar.
Hüsmen:
— Hakka kavuştu!
diye mırıldandı. Ocakta kütüklerden biri çarpıldı, keskin bir aydınlıkla ölünün yüzünü parlattı, söndü. Dışarda bir inek uzun uzun böğürü-yordu.
Yolcu, son arzusunu anlatmaya vakit bulmuştu. Kemerinde dizili sekiz altınıyle boz merkebi Hicaz'a vakfediyordu.
Mezarlıktan dönen köylüler, ellerinde kalan bu liralarla merkebi ne yapacaklarını, bu emri nasıl yerine getireceklerini kestiremiyorlar, as-njanın altında birleşip söyleşiyorlardı. Nihayet, bir defa kazaya varıp hâkimden danışmaya karar verdiler. Hafta içinde Küsmen merkebi yanma alıp yola çıkacaktı.
Hayvan, bir ehemmiyet kesbetmişti: önüne bol yem dökülüyor, mısır sapları yığılıyordu. Köylüler sık sık hatırlıyorlar: «Boz eşek suya götürüldü mü? Arpası döküldü mü?» diye birbirlerinden soruyorlardı.
Bir sabah Hüsmen Hoca'yı alaca karanlıkta hep birden değirmenin önüne kadar götürdüler, selametlediler. Boz eşek, Hoca'nın merkebine bağlı, kuyruğunu oynatarak ferah, yüksüz, arkada gidiyor; yeni doğan sırma telli bir güneş, palanının soluk keçesini kadife gibi parlatıyordu.
Bu, ne uzun, ne can sıkıcı bir yoldu. Durgun sulardan fışkırmış pirinç başaklarıyle arklar boyunca giden kamışların yeşilliği yamaçlar ardında görünmez olunca kurak, düz bir toprak, iki gün hiçbir köye, hiçbir değirmene, hattâ iki cılız söğüdün gölgelediği bir su başına bile uğramadan, ıssız, kavruk, devam edip gidiyordu. Sonra dik kayalı bir yokuş, korkunç bir boğaz aşılıyor, tepesine yaklaştıkça serin bir rüzgârla beraber lâtif bir manzara başlıyordu. Kısa bir kılıç sırtı gibi parlayan ince bir dere ayvalıklar, elmalıklar ortasında, yemyeşil, sulak ve feyizli, göze görünüyordu; telgraf direklerinin sıralandığı beyaz düz bir şose kıv-nla kıvrıla dönerek dağlara tırmanıyordu.
Hüsmen, handa geçirdiği gecenin sabahı, erkenden hükümete yollandı.
Minimini kasabanın balkonlu, kuleli, gazinoya benzeyen kocaman bir konağı vardı. Lâkin ikmal edilmemişti. Sıvanmayan kerpiç duvarlar yer yer açılmış, kumrulara yuva olmuştu. Üst kat penceresiz, sıvasızdı. Tahta örtülerle kapatılmıştı. Kenarda battal bir kireç ocağı, biraz ötesinde de amelenin çalıştığı zamandan kalma bir sundurma, elan öyle haliyle duruyordu. Bina çoktan haraplaşmıştı.
Ceketsiz, kalpaksız bir jandarma çavuşu ne istediğini sordu. Hoca tâ baştan, ırmaktan su taşıyan çocukların gelip nasıl haber verdiklerinden tutturarak anlatıyordu. Hikâyesi daha yarıyı bulmadan karşısındaki uzaklaşmış, derede yüzen ördeklere ekmek atıyor, köşede çardağın altında nergilesini höpürdeten bir sakallıya:
— Ne o, Hoca efendi, sabah keyfi ini?
diye sesleniyordu.
Kadı'nm izinle İstanbul'a gittiğini öğrenen Hüsmen, bir defa da kayamakama işi anlatmak istedi. Kunduralarını kapıda çıkarıp, parmaklarını meydanda bırakan yırtık çoraplı ayaklanyle, çekine çekine, elleri karnında yürüdü, hikâyeye başladı.
Kaymakam, arkasında çividi dalgalanmış bir keten ceket, bıyıklan boyalı, dişsiz, hımhım bir adamdı, işin tamamını dinlemek tahammülünü göstermeden:
— Çağırın çavuşu!
diye seslendi:
Beş gündür, Hüsmen Hoca, önüne gelen adama derdini anlatarak, kasabada dolaşıyordu. Jandarma çavuşu ne merkebi alıyor, ne de kendisini bırakıyordu. Nihayet haline acıyan biri çıktı:
— Gitsin de, iki hafta sonra gelir; işi kadıya bırakalım!
dedi, kandırdı.
Zaten buranın kadısı namlıydı. Kabak Kadı derlerdi. Her işi halleder, her kördüğümü çözerdi. Arkasına turuncu bir maşlah giyerek, kırmızı şemsiyesiyle çarşıdan bir geçişi, kocaman gövdesini tutarak olur olmaz şeylere bir gülüşü vardı ki, halk bayılırdı!
Aynı yollardan, aynı halde boz merkep terkiye bağlı, döndüler. Hüsmen Hocanın ve iyi beslenmesi icap eden eşeğin boğazına orada, katığın ve arpanın pahalı olduğu kazada hayli masraf edilmişti. Meclis kuran köylüler bunu; «Mübarek yere bağlı, bakmak borcumuz!» diye çok görmediler. Hüsmen de yorgunluğundan şikâyet etmiyor, Hak uğrunda çalışmak ona yol mihnetlerini unutturuyordu.
Lâkin ikinci seferin haftasında, yine merkep ardında dönmeğe mecbur oldu. Kadı henüz gelmemişti; jandarma çavuşu, Hoca'yâ çıkışmış:'
— Hödük herif, acelen ne?
demişti. Köylüler, vakfedilmiş bir hayvanın işte kullanılıp kullanılmayacağında şüphe ediyorlar, boz eşeğe ilişmiyorlardı.
Üçüncü yolculuğun avdeti, yine öyle, merkep arkada, oldu. Uzaktan, keskin gözüyle biri boz eşeğin geri geldiğini görmüş, köye yaymıştı. Halk şimdi şaşırmış, merakla bekliyordu. Hüsmen daha inmeden fe-rahh bir şada ile:
— Ne ettik be, şahit götürecektik!
diye bir hamlede meseleyi anlattı. «Sahi, nasıl düşünmemişlerdi? Ziyanı yok, merkebi kadı kabul edecek, hüccetini yazacaktı ya, haftaya üç kişi giderler, icap ederse yemin de ederlerdi...»
Boz eşek, arasıra yaptığı yüksüz seyahatlere karşı, önüne dökülen bol yemden yiye yiye semiriyor, hırçmlaşıyordu. Böyle iki buçuk ay geçmişti.
Nihayet son sefer hazırlandı. Değirmenin önünde selâmetlenirken yeni doğan güneş bu küçük kafilenin kaldırdığı tozları parlatıyor, yaldızlı bir bulut içinde yokuşu tırmanan köylüler geride kalanlara sanki yükseliyor, göklere kalkıyor gibi görünüyordu.
Boz eşek bir daha dönmedi. Köy halkı, yazılan hüccetlere, basılan mühürlere bakarak merkebin ikramlar göre göre, yavaş yavaş, yüksüz ve eziyetsiz tâ Hicaz'a kadar gideceğine, orada Zemzem taşıyacağına inanmışlardı. Hattâ Küsmen, bir gece rüyasında eşeğin palanını yeşil bir kadifeyle kaplı görmüş, itikadı pekleşmişti.
Zaten, hepsi, vazifelerini yapmaktan mütevellid bir sevinçle sık sık -merkebin lâfını ediyorlar, ahırda, kendi kendine kalınca, iki tarafa başını sallayıp zikre başladığını anlatıyorlar, birbirlerini kandırıyorlardı.
Lâkin vakanın yılında, kasabaya pirincini satmaya giden Küsmen Hoca aptallaşmış gibi dönmüştü.
Pazar yerinin tam kalabalık zamanında uzaktan bir «Savulun değmesin!» nidası duymuş, halk ikiye ayrılmış ve Kabak Kadı, altında boz merkeb, arkasında mahut turuncu maşlah, iri gövdesini sarsan bir süratle etrafa selâmlar dağıtarak geçip gitmişti.
(Memleket Hikâyeleri, 1940)
Yorum Gönder